@senkendinibul
...

 Yaprağın
terinin sarardığı
 vakitlerdi...

*

Dalgın bir
 sabahın serin 
akşamına kavuşan,
buğulu düşler kadar
kıvrak ve hazan kokan
saçlarını savurmuştu
mevsim...

Kehribar rengi
gözleriyle sonbahar,
tılsımlı ve kesif
bir rayihâyı salıyordu
   avucunun içinden...

Tan vakti uyanan
bir serçe kadar nârîn
ve ürkek bir ceylan 
misâli sıçradı 
boşlukta hayâli...

Perçeminden
 dökülen sevdasıyla
 oradan oraya...

Savurdu 
şaşkın yeliyle,
soluk dağların
mor alacasındaki
yalnız tepelere
 kendini...

Boş bir 
kırlangıç yuvası kadar,
hazin bir soluktu hasret,
nefesin en derininde...

Ve katar katar
 turnalar göçtü,
 giderken!..

 Teker teker,
usul usul,
 izlendiği
noktalardan,
 geriye...

    Ve buğulu 
gözlerden inen
    yakıcı damlalar...

Düştüler
bir bir
dudaklardan,
 o alev alev 
    serzenişler...

O amber kokulu ,
ipek saçlara ,
tel tel indiler ,
uzaklardan...

Varamadan,
 uzanamadan,
dokunamadan,
parmaklardaki,
 o serin,
o tatlı,
 o perili ,
o ılıman
yumuşaklığına
sığındılar
   teker, teker...


Ve oysa ,
 düşen her kurumuş
 çınar yaprağıyla,
 beraberdi ümitler,
 eskiden...

Şu tahta masada 
duran iki sıcak çay, 
şu iki kırık iskemle
 arası bakışan
ve köpür köpür
dalgalara karışan
sohbetler...

Ve şu trabzanları,
 kırık iskeleden,
sahildeki renkli 
sandallarla hep birlikte, 
inen kalkan ve
 yükselen kahkahalar...

Güneş' in kızıllığında
eriyen mavilikler gibi, 
öylece kayboldular,
yine birer birer...

Şuracıkta,
niceden boy atmış ,
söğüt dallarıyla,
bir olmuş ,
süzgün ve mûtedil,
sessiz ve dingin
 iç geçirişler...

Ah nasıl da
 tâze firâr vakîtleriydi o,
adaların uzaktan uzağa,
 endâmlı göz süzüşleri 
eşliğinde yaşanan, 
iki çam arası 
  mûhâbbetler...

Ve işte şimdi
 nasıl da vazgeçmiş 
ve derbeder kaldı 
diller... Şarâbî...

yağlı, buruk, 
son bir yudum acı,
 menengiç kahvesi
vaktidir zaman...

Oysa,
 şen dalgalarda
 nasıl da
 kıpır kıpırken ,
şimdi,yiten,

O

TAPTÂZE

   ZAMAN...

  ...

...ÖZ...